Milliyet’ten Çağdaş Ertuna, “Bir devrin sonu” başlıklı yazısında, Mica Ertegün’ün, stiliyle, duruşuyla, sanat-mimari tasarım ve eğitim dünyasına değerli katkılarıyla özel bir yeri olduğunu belirtti.
“Eşi Ahmet Ertegün ile New York’ta bir döneme damga vurdu. 97 yıllık hayatına bakın nelere sığdırdı.” diyen Ertuna’nın yazısı şöyle:
Onu en son bir yaz günü Yalıkavak pazarında görmüştüm. Her zamanki gibi son derece zarifti; sade giyimiyle de incecik vücuduyla da asil duruşuyla da hemen fark ediliyordu. O sıcakta herkes efil efil elbiseler giyerken, o beyaz bir pantolonu tercih etmişti. Ayağında parmak arası terlikler yerine loaferlar vardı. Başında da basit bir hasır şapka.
Ahmet Ertegün’ün Bodrum’daki Ağa Han ödüllü, Turgut Cansever imzalı meşhur evinin 13 milyon euroya satıldığı söylentilerinin çıktığı gün, Mica Ertegün en sade haliyle Yalıkavak pazarındaydı. Sonradan söylentilerin doğru olmadığı da ortaya çıktı. Biliyorsunuz, Mica Ertegün, Bodrum’daki evde Henry Kissinger’den Mick Jagger’a, Sting’den Dustin Hoffman’a birçok ünlü ismi ağırladı.
Kendisi Amerikan Vogue dergisinin seçtiği en stil sahibi kadınlardan biriydi. Bizde stil sahibi geçinen kadınlar, sadece lüks markalar giyerek stil sahibi olunduğunu düşünürken ve asla ama asla pazarlara uğramazken, Mica Ertegün, Yalıkavak pazarında şalvarları, firuze takıları inceliyordu.
“PIRLANTA MI ALSAYDIM”
Mica Ertegün, Oxford Üniversitesi’ne yaklaşık 26 milyon sterlin bağışladığı zaman da kendisini acımasızca eleştirenler oldu, “Neden Türkiye’ye bağışlamadı?” diye. Oysa neden Oxford Üniversitesi’ni seçtiği sorulduğunda cevabı basitti: “Dünyanın en iyi üniversitesi.” O zaman ABD basınına verdiği röportajlarda, “Onun yerine pırlanta mı alsaydım?” diyerek kendisini eleştirenlere de cevabını vermişti. Ayrıca Oxford Üniversitesi’ne yaptığı büyük bağışla farklı kültür, din, dil, ırka sahip öğrencilere eşit fırsat verilmesini de istemişti. 2012’de The Telegraph’tan Mick Brown’a verdiği söyleşide “Ahmet, Türk’tü. Ben Romanyalıyım. Değişik insanları karıştırdıkça yol alırsın” diyordu.
Mica ve Ahmet Ertegün Beşeri Bilimler Lisansüstü Eğitim Burs Programı’na, edebiyat, tarih, müzik, arkeoloji, sanat tarihi, Asya veya Orta Doğu araştırmaları gibi dallarda lisansüstü eğitim görmek isteyen öğrenciler başvuracaktı. “İçinde bulunduğumuz karmaşa ortamında insanları yakınlaştırıp birbirlerini anlama kapasitesini artıracak, daha insani bir dünya yaratmaya yardımcı olacak beşeri bilimleri desteklemenin önemli olduğuna inanıyorum. Hayalim, bir gün Ertegün bursiyerlerinin tarihçi, filozof, arkeolog, yazar, besteci, din adamı ve devlet adamı olarak toplumlara liderlik etmesi…” demişti.
Geçen hafta 97 yaşında ölen Mica Ertegün, stiliyle, iç mimarlık kariyeriyle ve tabii önde gelen kültür-sanat kurumlarının yönetimlerinde aldığı rollerle de dünya çapında tanınan ve sayılan biriydi. Romanya doğumlu Mica Ertegün, Ioana Maria Banu adıyla, varlıklı bir ailede dünyaya gelmişti. Kralın doktoru olan babası George, yeni hükümet gelince hapse düşmüştü. Henüz 16 yaşındayken, 31 yaşında bir aristokrat olan Stefan Grecianu ile evlendi. 1948’de ülkeyi beş kuruşsuz terk ederek İsviçre’ye gitmiş sonra da Paris’e geçmişlerdi. Bir süre Dior için modellik etmiş ve daha sonra Kanada’ya göç etmişler, Ontario Gölü kıyısında bir çiftlik almışlar. 1950’lerin sonunda, hasta babasını ölmeden önce hapisten çıkarma arzusuyla New York’a gitmiş. Büyükelçiyle görüşmek için katıldığı akşam yemeğinde, Ahmet Ertegün’ü görünce hayatı değişmiş. Eşinden ayrılmış ve daha sonra Ahmet Ertegün ile evlenmiş.
Ahmet Ertegün, 1930’larda Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nde caz tarihini değiştiren iki delikanlıdan biri. Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Mehmet Münir Ertegün’ün oğulları Ahmet ile Nesuhi Ertegün… Ertegün kardeşler, Büyükelçilik rezidansında yetenekli müzisyenleri bir araya getirmiş, siyah-beyaz ayrımı yapmadan… 1930’lar için son derece cesur bir hareket bu! Böylece Washington’da ilk defa siyah ve beyaz cazcılar, birlikte müzik yapmaya başlamış. Ertegün kardeşlerin caz tarihinde etkileri bununla da bitmemiş. Ahmet Ertegün 1947’de Atlantic Records’ı kurmuş, birkaç yıl sonra da Nesuhi Ertegün şirkete katılmış; John Coltrane, Thelonious Monk, Ray Charles, Aretha Franklin, Led Zeppelin gibi birçok yıldızı müzik dünyasına kazandırmış.
“FESTİVALİ ERTEGÜN KARDEŞLERE BORÇLUYUZ”
Dünyanın her yanından müzikle ilgilenenler her yıl temmuz ayında Montreux’ye koşuyor. “Festivali Ertegün kardeşlere borçluyuz” demişti Montreux Caz Festivali komitesi. Çıkış noktasını anlatmışlardı: “Müzisyenlerle dostluğuyla ve çılgın partileriyle bilinen Claude Nobs, bundan tam 57 yıl önce Ahmet ve Nesuhi Ertegün’ün müzik şirketi Atlantic Records’ın kapısını çalmış, ‘Patrona İsviçre’den çikolata getirdim’ diye. Randevusuz kabul edilmemiş ama o kadar uzun beklemiş ki sonunda Ertegünlere ulaşmış ve Montreux Caz Festivali için istediği desteği almış. İsviçre’nin de katkısıyla Montreux’yü bir festival şehri haline getirmiş.” Ertegün kardeşlerin daha öğrencilik yıllarında sanatta eşitsizliğe karşı çıkıp, din, dil, ırk ayrımı yapmadan tüm sanatçılara destek olmaya başlamasıyla dünya müzik tarihi değişmiş.